
Tüzel kişiliği olsun veya olmasın kâr amaçlı ekonomik etkinlik birimi olan şirket, ürün ve hizmet üretir. Bir şirket sosyolojik bir birim olarak düşünüldüğünde ise, başka insanlar için değer oluşturmak gayesiyle insanların bir araya gelmesinden oluşan bir yapıyı ifade eder. Japonca’da karşılığı toplanma ve bereket kanjilerinden (Çince yazı karakterlerine Japonca’da verilen isim) oluşup insanların kutsal bir çatı altında bir araya gelerek bir şeyler üretmesi manasına gelmektedir.

Kapitalizmin Batı Avrupa’da ortaya çıkışından yirminci yüzyılın ortalarında ki yönetim devrimine kadar olan süreçte şirketler temel yapısal değişikliklere uğradı. İlk ortaya çıktıklarında şirketler tek kişi tarafından sahip olunan yine aynı kişi tarafından yönetilen ve işinde bizatihi yine o kişi tarafından yapıldığı, diğer çalışanlarında somut olaraktan o kişiyle ilişkide bulunduğu bir yapı şeklindeydi.
Anonim şirketlerin ortaya çıkması ve borsanın işleyişiyle, yönetim ve sermaye tek kişiden çok kişiye yayılıp kolektif bir yapıya dönüşerek birbirinden ayrıldı. Bununla birlikte çalışanlar sendikalaşma yoluyla kolektif olarak işverenlerle ilişkilerini düzenlemeye başladı. Bu gelişmelere paralel bir hızda değişmeyen tek şey şirketin zihinlerdeki tanımıydı. Bu tanıma göre bir şirket, patron odaklı makine gibi işleyen bir yapıyı temsil ediyordu. Bir şirketi böyle tanımlamak büyük bir yanılgıdır. Yanılgıdır, çünkü o bir topluluktur ve buna göre dinamikleri vardır. Bu yanılgının sebebi ise Newton determinizminin iş dünyasına yansımasının bir sonucu olarak “normalleşen” düşünce biçimimizdir. Bir arabanın tekerleklerden, bir şasiden ve aktarma organlarından ibaret olması gibi, bütünlerin parçadan oluştuğunu düşündürür bize. Bu düşünüş biçimine göre, bütün, parçalardan oluşur ve verimli çalışabilmesi o parçalara bağlıdır. Bir parça bozuksa, onarılmalı veya değiştirilmelidir. Bu, makinelere dair gayet mantıklı bir düşünme biçimi olabilir. Ama canlı sistemler farklıdır. Parçalarının salt montajlanmasından ibaret değildir.
Şirketi canlı bir varlık olarak gören ile para basan bir makine olarak gören bu iki yaklaşımın arasındaki karşıtlık, yönetimle ve kuruluşlarla ilgili bir dizi can alıcı varsayımı aydınlatır.
Şirketi bir makine olarak görmek, onu sabit, durağan bir şey saymaktır. Onun ancak bir başkası tarafından değiştirildiği takdirde değişebileceğini düşünmek demektir. Oysa şirketi canlı bir varlık olarak görmek, onun doğal olarak değişim göstereceğini kabul etmektir.
Şirketi bir makine olarak görmek, onun tek kimlik anlayışının, ona kurucuları tarafından verilen kimlik olduğunu düşünmektir. Oysa şirketleri canlı bir varlık olarak görmek, onun kendine özgü bir kimlik anlayışı, kendi kişiliği olduğunu kabul etmek demektir.
Şirketi bir makine olarak görmek, yönetim tarafından yeniden kurulmadığı takdirde onun sönüp gideceğini düşünmektir. Oysa şirketi canlı bir varlık olarak görmek, onun kendine özgü hedefleri olduğunu ve özerk davranış gösterme kapasitesine sahip olduğunu kabul etmek demektir.
Şirketi bir makine olarak görmek, hatta daha da kötüsü şirket çalışanlarını ve üyelerini, “beşeri kaynak”, yani gerektiğinde kullanılmak üzere hazır bulunan insan stoğu olduğunu düşünmektir. Oysa şirketi canlı bir varlık olarak görmek, şirketi insanlardan kurulu çalışma toplulukları olarak kabul etmeye götürür.
Eğer, gerçekten, çalışanlar onların birer parçası olageldiği şirketleri bir makine olarak görüyorsa, onlar da o makinelerdeki birer mekanik unsur sayılır. Çünkü, makinelerin canlı parçaları olmaz. Bu gerçek, birçoğunda kendi kuruluşlarına karşı derin bir antipati oluşturup geliştirmiştir. Her biri, şu ya da bu düzeyde, makineleştirilmiş olmaktan, bir makineye uyacak hale getirilmiş olmaktan derin bir hoşnutsuzluk ve öfke duyar.
Şirketlerin başarısızlığa uğrayıp zamansız ölmeleri, yönetimlerindeki baskın düşünce ve dilin, pek dar bir biçimde, baskın ekonomi düşüncesi ve dili üzerine kurulmuş olmasıdır. Bir başka deyişle, bu şirketler, yöneticileri tüm dikkatlerini mal ve hizmet üretimine ilişkin ekonomik etkinlik üzerinde topladıkları ve kendi kuruluşlarının gerçek doğasının aslında insanlardan kurulu bir topluluk olduğunu unuttukları için ölürler.
İstatistiklerde de görülmektedir ki kurulan firmaların %80’i ilk beş yıl içerisinde geriye kalan firmaların %80’i de ikinci beş yılda kapanmaktadır. Yani her 100 firmadan sadece 4 tanesi on seneden fazla yaşamaktadır.
Başka bir deyişle şirketler kurucularından önce ölmekte ve çalışanların da çalıştıkları şirketlerden emekli olma şansı bulunmamaktadır.
Bu verileri destekleyici bir başka çalışmada Amsterdam’daki Stratix Grubu’ndan araştırmacı Ellen de Rooj tarafından yapılmştır. Japonya ve Avrupa’daki şirketler arasında yaptığı yeni bir araştırma, boyut ayrımı olmaksızın, şirketlerin ortalama yaşam beklentilerinin yalnızca 12.5 yıl olduğunu ortaya çıkarmıştır.
SONUÇ
İlk yapmamız gereken düşünce biçimimizi değiştirmektir.
Şirketin ne olduğunu sadece dışarısı ile ilgili ilişkileri ile değil esas olarak kendi içindeki ilişkilerle tanımlamak gerekir.
Özellikle şahıs ve aile şirketlerinde, işletme kişinin yada ailenin bir uzantısıymış gibi kişiye yada aileye hizmet eden bir yapı olarak görülmektedir. Şirketlerin yaşadıkları sorunların bir kısmı da bu yanılgıdan kaynaklanmaktadır.
Kısaca söylemek gerekirse, konvansiyonel yönetim anlayışı anaparayı koruyup en yüksek düzeye çıkarma düşüncesine saplanıp kalmıştır. Ama son elli yıl içinde, işletmecilik dünyası anaparanın egemen olduğu bir dünyadan sıyrılıp, bilginin egemen olduğu bir ortama dönüşmüştür. Son birkaç yılda ortaya çıkmış olan kurumsal öğrenme konusuna duyulan ilginin nedeni de bu değişimdir. Yöneticiler artık, şirketleri öğrenme hızını arttırtamadığı takdirde, en önemli varlıklarının durağanlaşacağının ve rakip şirketlerin onları hızla yakalayıp geçeceğinin farkındadırlar.
Şirketlerin yöneticileri, kendi önceliklerini değiştirmek, şirketleri sermayeyi en etkin biçimde çalıştırmak yerine, insanları en etkin biçimde çalıştırmaya yönelmek zorundadırlar. Şirketlerde insanlar bilginin taşıyıcısıdırlar; bu yüzden de şirketin varlığının asıl kaynağı artık onlardır.
Başarılı şirket, en etkili biçimde öğrenebilen şirkettir.
Şirketin içinden bakıldığında, başarı insanlarla ilişkililerdeki beceriye; kuruluş içinde tutarlı bir bilgi temeli bulup geliştirmeye bağlıdır.
Girişimcilerimizin en büyük yanılgısı başarı kaynağı olarak ürün ve hizmetleri, pazar bulmayı ve pazarda ‘şanslı bir boşluğu’ görmeleridir.
Hâlbuki başarının kaynağı ‘İş’ değil ‘İşletme’dir.
Bu yazıyla ilgili okunması gereken kitaplar;
- Yaşayan Şirket , Arie De Geus
- Şimdi- Burada, P.Senge, C.Otto Scharmer, J.Jaworski, B.Sue Flowers
İsmail Boztemir
